Tarihte Bugün 29 Ocak 2017
1595 - William Shakespeare'in oyunu Romeo ve Juliet muhtemelen ilk kez sahnelendi. 1861 - Kansas 34. eyalet olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne katıldı. 1886 - Karl Benz benzinle çalışanDevamını Oku...
Metin Aydoğan Hocamızı
kaybettiğimizi öğrendim. Çok üzüldüm. İlgiyle kitaplarını okuduğum yazarımızla
facebookta arkadaş olunca mutlu oldum ve takipçisiydim. Yazılarını
www.baytekinbalkan.com kültür amaçlı sitemde yayınladım. Kaybımız çok büyük.
Kuvva-i Milliye
ruhuyla, yaşamının her anında fikirleriyle, eylemleriyle, eserleriyle bizlere
örnek olan değerli Metin Aydoğan Hocamızı unutmayacağım.
Ruhu şad olsun.
Işıklarda uyusun.
Onun son yazılarından
birini şu anda yayınlıyorum
Metin Aydoğan
15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan Ordusu, 9 Eylül 1922’ye dek,
Anadolu’da kaldığı 3,5 yıl boyunca, Türk halkına sıradışı yoğunlukta sistemli
bir şiddet uyguladı. Şiddetin düzeyini, Batılı yazarların aşağıdaki yazıda
aktarılan yazılarında bulacaksınız. İzmir’de başlatılan silahlı şiddet,
kendiliğinden ortaya çıkan anlık bir düşmanlık tepkisi değil; her yönüyle
düşünülmüş, bir göç ettirme eylemiydi. Bu eylem, Anadolu’yu Antik Çağ’dan beri
mülkünün bir parçası gören ve Alman Profesör K.Kruger’in “megalo manyak
emeller” dediği, değişmez Grek anlayışının doğal sonucuydu. Megalo İdea, 3 bin
yıl sonra, şimdi gerçekleşecek ve Batı Anadolu ele getirilecekti. Yunan Ordusu,
yerli Rumlarla birlikte kuralsız bir terör dalgasını gittiği her yere yaydı.
Saldırdı, soydu, ırza geçti; yaktı, yıktı ve öldürdü. Kendilerini, topraklarına
geri dönen efendiler olarak görüyorlardı. Yaptıkları gizlendi ve unutturulmaya
çalışıldı. Bunda da başarılı olundu. Bugünkü kuşak dedelerinin çektiği acıyı
bilmiyor. Tam tersi, Rumlara ve Ermenilere soykırım yaptığı yaymacasıyla
karşılaşıyor. Yunanistan, 19 Mayıs’ı “Soykırım Kurbanlarını Anma Günü” kabul
ediyor. Ege adalarını işgal ediyor ve 1915’te padişahın yaptığı gibi görmezden
geliniyor. 95 yıl sonra, İzmir’e Metropolit atanmasına izin veriliyor.
15 Mayıs 1919; İzmir
İngiltere’nin Akdeniz Donanması Başkomutanı ve İstanbul İşgal Gücü
Yüksek Komiseri Sir Arthur Calthorpe (1864-1939), 14 Mayıs 1919 gecesi saat
23:00’de, İzmir’deki İngiliz Garnizon Komutanlığı’na bir telgraf buyruğu
göndererek, Mondros Mütarekesi ve Paris Barış Konferansı kararları gereği,
kentin Yunan askeri birliklerince işgal edileceğini bildirdi. Olası
karışıklıkları önlemek için yardımcı olunmasını istedi. 15 Mayıs sabahı saat
yedide; yani Calthorpe’un emrinden sekiz saat sonra Averoff ve Limnos adlı iki
Yunan zırhlısı, peşlerinde birçok nakliye gemisiyle birlikte limana yanaştı ve
Yunan birlikleri karaya çıkmaya başladı.
Önce, bir efzun (püsküllü bir takke ile kısa etek giyen, Yunan ordusunun
seçkin birlikleri) alayıyla 40. ve 50. Piyade Alayları ve kimi deniz birlikleri
karaya çıktı. Türk birliklerinin bildirime uyup kışlalarında kalıp kalmadığını
denetledikten sonra, asıl birlikler saat 11.00’de Kordon’a yayıldı. İngiliz
birlikleri posta ve telgraf binalarını işgal etti. Calthorp, basına bir
açıklama yaparak, Müttefik güçlerin güvenliği sağlayacağını bildirdi.
İzmir’in Müslüman mahallelerinde derin bir sessizlik vardı. Ancak,
Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar; erkekleri silahlı, kadın ve çocukları ellerinde
mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla kentin caddelerini doldurmuş, saldırganlığa
hazır aşırı davranışlarla sevinç gösterilerinde bulunuyordu. Yunan askerleri,
çevrelerinde silahlı sivillerle birlikte uzun bir yürüyüş kolu oluşturmuş,
kente yayılıyordu. 9 Eylül 1922’ye dek sürecek ve Anadolu’yu yangın yerine
döndürecek bir vahşet dönemi, 15 Mayıs’ta İzmir’de başlıyordu.
Vahşet
Saldırıların ilk hedefi, doğal olarak Sarıkışla ve buradaki Türk
subayları oldu. İstanbul Hükümeti’nden direnmeme buyruğu alan birlikler,
Kışla’da bekliyordu. Yunan birlikleri ve çevresindeki silahlı yerli Rumlar
oraya yöneldiler.
O günün olaylarını, yüksek rütbeli bir Fransız subayı not defterine
şöyle yazmıştı: “Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı.
Herkes çılgınca ‘zito Venizelos’ diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı
sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler.
Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne
geldiler. Kışlada, 56.Süvari Alayı’nın subayları ve düşüncesizce verilmiş emir
gereği burada toplanmış subay vardı. Bu savunmasız insanlar, birbirlerine
sokulmuşlardı. Bu sırada kışladan, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından
patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti. Yunan
askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş salvosu başladı.
Ateşe makineli tüfekler de katıldı. Kışlanın içinde ölü ve yaralılar yere
serildiler... Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk subay, görüşmeci
olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal süngülendi ve yere yıkıldı. Daha sonra
yeniden başlayan ateş yavaşlayınca, Türk komutan çıktı. Tehditler ve küfürler
arasında, komutana bazı emirler verildi. Türk subay ve erler, kışlayı terk
edecekler ve derhal gemilere bineceklerdi. Çıkış başladı, ayakta yürüyebilecek
durumdaki yaralılar, arkadaşlarının yardımıyla kafileye katıldılar. Limana
doğru yürüyorlardı. Hakaretler, tecavüz ve cinayetler başladı, Türk subaylar,
tüfek dipçikleri ve süngülerle hırpalandılar. Üstleri arandı ve soyuldular.
Hayatta kalarak oraya kadar gelebilmiş olanlara; Petris kruvazöründen,
destroyerlerden, İzmir’deki Yunan Bankası ve çevresinden ve civardaki Rum
evlerinden ateş açıldı. Yunan denizciler birbirleriyle gülüşerek Türk subaylara
nişan alıyorlardı. Otuzdan fazla subay vurularak, binecekleri geminin önünde
rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri geminin ambarına,
hayvanların yanına tıkıldılar”.1
Saldırıkırk sekiz saat sürdü. Cadde ve sokaklardan başlayıp, çarşılara,
konut ve işyerlerine uzanan bir insan avı başlatılmış; sınır konmamış şiddet,
Fransız ordu kaynaklarına göre, o gün 300 Türk’ü öldürmüş, 600’ünü de
yaralamıştı.2
Umarsız ve Yalnız
Evlerine kapanan İzmirli Türkler, örgütsüz, dirençsiz ve tepkisiz,
sıranın kendilerine gelmesini bekleyen sessiz kurbanlar gibi, umarsız ve
yalnızdılar. Öç almayı amaçlayan düşmanlık o denli ölçüsüzdü ki, dizginlenmeyen
saldırı, kimi zaman Türk olmayanları bile yanlışlıkla içine alıyordu. Valilikte
çalıştıkları için fes giyen 15 Rum memur, Fransız Demiryolu Şirketi’nin gar
şefi ve İngiliz uyruklu bir tüccar da öldürülmüştü. Olayları, İzmir’de görevli
bir Fransız subayı şöyle anlatıyordu: “Rıhtımda ve kışlalar önünde, eşlerinden
ya da oğullarından bir haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete
uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin izleri ve
artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır.
Kimi Yunanlı tüccarlar, silahlı çeteleri, borç aldıkları alacaklıların evlerine
saldırtıyorlar”.3
Metropolit Hrisostamos
Fener Rum Patrikliğine bağlı, Osmanlı yurttaşı bir “din adamı!” olan
İzmir Metropoliti Hrisostomos, bunca vahşetin yaşandığı İzmir işgalini,
kilisede yaptığı, daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında şöyle
kutsuyordu: “Bugün sizleri, muhteşem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle
bir törendir ki, milletler uzun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez gerçekleştirme
şansına sahip olabilirler. Huşu ve saygıyla eğiliniz, ama başlarınızı dik
tutunuz. Kardeşler, beklenen an gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine
gelmektedir. Olağanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanistan’la
birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli,
derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs
günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanımız Yunanistan’ın ayrılmaz bir
parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır.
Yaşasın Helenizm”.4
Vahdettin’in İhaneti
İzmir’de işgale tepki gösterilmemesinin nedeni, ihanete varan teslimiyet
anlayışının devlet yönetimine egemen olmasıydı. 13 Mayıs’ta Vahdettin’in gönderdiği
bir Saray Kurulu, İzmir halkına, yakında gerçekleştirilecek olan Yunan
işgalinin geçici olacağını, bu nedenle “her ne olursa olsun kan dökülmesine yol
açacak” hareketlerden kaçınılmasını söylemişti.
Dâhiliye Nazırlığı, işgalden birkaç gün önce İzmir Valiliği’ne bir yazı
göndermiş, “silahlı direnişe izin verilmemesini”5 ve “işgal güçleri hangi
dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliğinin
gösterilmesini”6 gerekli önlemlerin alınmasını istemişti. Padişah temsilcisi
Süleyman Şefik Paşa, halkı Hükümet Konağı önüne toplamış ve burada, Padişah’ın
yazılı buyruğunu (hattı hümayununu) okumuştu. İzmir’lilerin işgale direnç
göstermemesinin nedeni buydu. Direniş işgalden sonra başlayacaktır.
Uyarıcı Etki
İzmir’in işgali, Anadolu’da 3,5 yıl sürecek yaygın ve şiddetli bir
terörün başlangıcıydı ama aynı zamanda ulusal uyanışın da başlangıcı oldu.
Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, Türkler için kabullenilmesi ya da
sessiz kalınması olanaksız bir girişimdi. Her sonuca katlanabilecek gibi görünen
yorgun ve yoksul Türk halkında, işgalden hemen sonra, ‘şaşırtıcı’ bir
hareketlilik başlamıştı. Nerede ve nasıl gizlendiği bilinmeyen bir ek güç
devreye girmiş, direnme eğilimi ülkenin her yerine yayılmıştı.
İzmir Yunanlılar değil de, örneğin İngilizler tarafından işgal
edilseydi, Kurtuluş Savaşı belki de farklı bir yol izleyecekti. Ulusal savaşım
yine sürdürülecek, ancak yorgun halk bu savaşıma, her halde daha geç
katılacaktı. İngiltere, Yunan Ordusu’nu Anadolu’ya göndermekle büyük bir hata
yapmıştı. Saldırılarıyla yüz yıldır uğraştıkları Yunanlıları hiç sevmeyen
Türklerin, yapılarından gelen savunmaya dönük gizilgücü (potansiyeli) onları
harekete geçirmişti. Mustafa Kemal, bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder:
“Ahmak düşman İzmir’e gelmeseydi, belki de bütün ülke gerçekleri göremez halde
kalırdı”.7
“Yunan’a Duyulan
Nefret”
İngilizler için beklenmedik bir gelişme olan, “Yunan işgaline karşı yurt
düzeyinde başlayan milli tepki”8, Türk halkı için, son tutunma noktası
Anadolu’yu kurtarma girişimiydi. Halkta yaygın olan kanıya göre, ana tehlike
emperyalist politika uygulayan büyük devletler değil, ordusunu karşısında
gördüğü Yunanistan’dı. Eğitimsizlik ve örgütsüzlük, yanıltıcı Batı yaymacasıyla
(propagandasıyla) birleşince, bu yanlış ya da yetersiz görüş etkili olabiliyor;
işgali yaptıran değil, yapan görülebiliyordu. Ülkeyi, “İngiltere işgal
edebilir, Amerika himayesine alabilir, ama Yunanistan asla gelemezdi”.
Emperyalizm yeterince bilinmiyordu ancak Yunanlılığın ne olduğu iyi
biliniyordu. Türk halkı bunu, Mora ve Girit ayaklanmalarından beri yüz yıldır,
yaşadığı acılarla öğrenmişti. Palikarya dediği Yunanlıların, amacını ve neyin
peşinde olduğunu kavramıştı.
Churchill, bu durum için daha sonra, “Türkler derin nefret ve kin
beslediği, kuşaklar boyu düşmanı olan Yunanistan’a boyun eğeceğini anladığı an,
denetlenemez hale geldi” diyecektir.9
Megalo İdea
Yunanlılar, Megalo İdea, için,
ruh bozukluğu yaratan bir heyecanla saldırdılar. Subay ve erler yıllarca bu iş
için eğitilmişlerdi. Arkalarında İngiltere, yanlarında, yetmiş yıldır toprak
satınalarak buralara yerleşen işbirlikçi Rumlar vardı. Ordularının donanımı
iyi, morali yüksekti. Anadolu’ya bir daha çıkmamak üzere, kesin biçimde
yerleşmek için gelmişlerdi.
Fransız gazeteci Berthe G.Gaulis bu amacı şöyle özetlemişti: “Yunanlılar
için, Türklerin yok edilmesi Anadolu’yu sömürgeleştirmenin tek yoluydu. Bu
nedenle yok etmeye yönelik bütün çabaları; kutsal binaların, tarihi yerlerin,
belediye mülklerinin, kısacası, Türk milletinin yerinde kalmasını sağlayan
herşeyin yok edilmesinde toplanıyordu”.10
Yayılan İşgal
Yunan Ordusu, içine aldığı ya da milis olarak silahlandırdığı yerli
Rumlar’la birlikte, hızla İzmir’in çevresine yayıldı. Bir ay içinde Urla (16
Mayıs), Çeşme (17 Mayıs), Menemen (21 Mayıs), Manisa (26 Mayıs), Aydın (27
Mayıs), Tire (28 Mayıs), Ayvalık (29 Mayıs), Ödemiş (1 Haziran), Akhisar (5
Haziran), Bergama (12 Haziran) ve Salihli’ye (23 Haziran) girdiler.
Daha sonra İzmit’ten Balıkesir, Bursa, Uşak, Afyon ve Eskişehir’e,
Ankara’nın dibindeki Haymana Ovası’na dek, hemen tüm Batı Anadolu’yu ele
geçirdiler. Girdikleri her yerde, İngilizler’in bilgisi ve sessiz onayıyla,
dünya kamuoyundan ustaca gizlenen, sınırsız kıyım uyguladılar.
Menemen
Menemen’de korumasız halka yöneltilen saldırı, aralıksız üç gün sürdü.
Bu süre içinde ilçe merkezinde üçyüz kişi öldürülmüş, tarlalarda ekin
kaldırmaya giden yedi yüz köylü, geri dönmemişti. Menemenli tüccarların malları
yağmalanmış, altınları alınmıştı11, hemen her Müslüman aile bir ölü vermişti.
Fransız birliklerinden, 6.Demiryolu İstihkam Bölüğü’nün Menemen
istasyonunda görevli çavuş Pichot, Menemen’de olanları gördükten sonra,
İzmir’deki yüzbaşısına şu mektubu yazmıştı: “Burada geçen çok üzücü olaylar ve
hiçbir yardımcım olmaması nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlıların
olmadığı bir yere atamanızı rica ederim. Burda hayat çekilmez bir hal aldı.
Gördüklerim ve duyduklarım nedeniyle, büyük bir nefret duymaktayım. Dün
Bergama’dan dönen Yunan askerleri, Gar meydanında bir açık hava pazarı
kurdular; elbise, gümüş takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş
eşya satıyorlar”.12
Aydın
Yunan kırımının boyutunu gösteren ikinci belge, Rahibe Marie’ye aittir
ve Aydın’da yaşananları aktarır. Bölgede uzun yıllar misyoner olarak çalışan ve
olayları yakından izleyebilecek bir konumda olan Rahibe Marie, hazırladığı
raporda şunları söylüyordu: “24 Haziran Salı. Öğleden sonra kentin Güneyine
giden Yunan birliği, akşam saat 08.00’de Emineköy’ü ateşe verdikten sonra kente
döndü. Askerler, tüfeklerinin ucundaki süngülere, yağmadan ele geçirdikleri
şeyleri takmışlardı... 28 Haziran Cumartesi öyleye doğru silah sesleri yeniden
duyulmaya başladı. Türk mahallelerinden ateş sesleri geliyor, evler yanıyordu.
Kaçmak isteyen Türkler, Yunan askerlerince yanmakta olan evlere tıkıldı...
Akşam saat 06:00’da, bir Türk aile bize gelerek sığınmak istedi. Yangın gece
boyunca, Türk mahallelerinin tümüne yayılarak, bütün korkunçluğuyla sürdü.
Türklersokak ortasında öldürülüyordu”.13
Söğüt, Bilecik
Berthe G.Gaulis, Ankara’ya gelirken Söğüt ve Bilecik’te yaşananlardan
çok etkilenmiş ve gördüklerini kendine özgü anlatımıyla yazıya dökmüştür.
Yazdıkları, uygulanan kıyımı ve Türk insanının çektiği acıları, gerçek
boyutuyla aktaran saptamalar; tarihsel değeri olan belgelerdir. Gaulis gördüklerini
şöyle aktarır: “Söğüt’e doğru geliyoruz. Düşman köprüleri atmış, köyleri
yakmış. Her yerde üstleri hâlâ tüten kararmış taşlar. Yokedilmiş yuvalarının
yıkıntıları içindeki zavallı insanlar, ölü hayvanlarına, harap olmuş
meyvalıklarına, yakılmış tarlalarına bakıp duruyorlar. Bütün bunlar,
Anadolu’nun o muhteşem ilkbaharının yeşillikleri içinde oluyor. Bölgenin en
güzel kasabası Söğüt’te, Ertuğrul Gazi’nin türbesine bekçilik eden bu ince
kasabada, yerel komutanın yanında duruyoruz... 1054 haneden, 800’ü yakılmıştı.
Camiler, okullar, dükkânlar, evler; parçalanmış, dinamitle patlatılmıştı.
Yıkıntılar altında kalan insan ölüleri, pis kokularını belli etmeye başlamıştı.
İhtiyarlar bile öldürülmüş, kadınlara kızlara tecavüz edilmişti. Anadolu
köylüsü, insanların en sakini, en disiplinli olanı, en çalışkanı ve en iyi
askeridir. Seçtiği şefe her zaman en sadık adamdır... Ne kadar çok görmüşümdür;
bu insanlara her türlü maddi zarardan bin kez daha acı veren şey; kadınlara,
çocuklara yapılan tecavüz ve kutsal yerlerin kirletilmesiydi. Yitirdikleri
mallar için söyleniyorlardı, ama bu tür iğrenç suçları asla affetmiyorlardı”.14
İnsanlık Sorunu
Doğu’da Ermeniler, Batı’da Rumlar, girdikleri yerlerde uyguladıkları
sistemli terörden başka, çekilirken her yeri ve her şeyi yakıp yıktılar.
Ülkenin Doğusu ve Batısında, neredeyse oturacak ev, yaşayacak kent ya da köy
kalmamıştı. Erzurum, Ağrı, Kars ve çevreleri, Kocaeli, Bilecik, Bursa,
Balıkesir, Kütahya, Afyon, Uşak, Denizli, Manisa, İzmir, ilçe ve köyleriyle
yakılmış, büyük bölümü ağır hasar görmüştü. 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen
yakılmıştı. Yakılan bina sayısı 114 408, hasar gören bina sayısı 404’dü.15
Fransız tarihçi Benoit Méchin, Yunan Ordusu’nun 30 Ağustos 1922’den
sonra İzmir’e doğru kaçarken yaptıkları konusunda şunları yazar: “Yunanlılar,
Anadolu yaylasının taşlı ovaları arasında, arkalarında olağanüstü miktarda
savaş artığı malzeme bırakarak kaçtılar. Hem kaçanlar hem de kovalayanlar,
insanlar ve atlar, ölüler ya da yaralılar, üstlerine yapışmış bir toz tabakasıyla
örtülmüştü. Sineklerin ve akbabaların yemi olan cesetler, cehennem gibi bir
sıcak altında çürüyorlardı. Kaçan Yunanlılar çocuk, kadın, yaşlı gözetmeksizin
önlerine çıkan bütün Türkleri öldürüyordu. Kaçanlar, köyleri yakıyor, su
kuyularına zehir atıyordu... Eskiden, Yunan işgalinden önce; tahıl ve meyvanın
bol yetiştiği, verimli otlaklar, bağlar ve sebze bahçeleriyle dolu Ege ovaları,
şimdi, acı veren bir boşluk haline gelmişti. Kadınlar, ırzına geçildikten sonra
ağaçlara çarmıha gerilmişti. Çocuklar, canlı olarak samanlık kapılarına
çakılmıştı. Bütün bu dehşet sahnelerinin üzerinden, bir de yanmış insan
cesetlerinin mide bulandırıcı kokusu geliyordu...”16
Dipnotlar
1. “Kurtuluş Savaşı
Sırasında Türk Milliyetçiliği” Berthe Georges-Gaulis, Cumhuriyet Kitapları,
İstanbul-1999, sf.56-58
2. a.g.e. sf.60
3. “Kurtuluş Savaşı
Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İstanbul-1999,
sf.60
4. “Sancılı Yıllar:İzmir
1918-1922” Engin Berber, Ayraç Yay., 1997, sf.218
5. a.g.e. sf.58-59
6. “Tamu Yelleri”, Esat
K.Ertur, T.T.K. Ankara-1994, sf.158
7. “Milli Kurtuluş Tarihi”
Doğan Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., 1974, sf.19
8. “Milli Kurtuluş Tarihi”
D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.18
9. “Milli Kurtuluş Tarihi”
D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.27
10. “Çankaya Akşamları-II”,
B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., 2001, sf.12
11. “Kurtuluş Savaşı
Sırasında Türk Milliyetçileri”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İst.-1999, sf.63
12. a.g.e. sf.63-64
13. a.g.e. sf.64-65
14. “Çankaya Akşamları-II”,
B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit.,2001, sf.10-14
15. “Atatürk Zamanında Türk
Ekonomisi” Prof.Dr.Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yay., No:1,
sf.19
16. “Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Kit., Ank.-1997, sf.220-221
· Metin Aydoğan
· https://kuramsalaktarim.blogspot.com/
· 15 Haziran 2020